yk t24
Bu evren her coğrafyanın bireyini tedirgin ediyor, çünkü tekinsiz. Sakın Oraya Gitme, daha adıyla bu tedirginliğin öykülerini bir araya getiren bir toplam oldu…

Yekta Kopan’la yakın zamanda yayımlanan öykü kitabı Sakın Oraya Gitme için bir araya geldiğimizde hem geçen hafta çıkan Can Almanak 2016’yı hem de memleketin hâlini konuştuk, ama en çok “hafıza” etrafında dolaşarak…

Sakın Oraya Gitme için buluşmamız, almanak mesain sebebiyle hep ertelenmişti. Şimdi, o da tamamlandığına göre, söze oradan girelim. Nasıl hissediyorsun? Nasıl bir yıldı?

Geçen hafta Can Almanak 2016’yı bitirdik ve yayımlandı. 2015’te başladığımız yolculuğa devam ediyoruz. Aslında kültür ve sanatın kaydını tutma çabamız devam ediyor da diyebiliriz buna. Bu sene Sibel Oral, Zeynep Miraç ve Mehmet İren’den oluşan yazı kadrosuyla, Muhsin Akgün’ün fotoğraf editörlüğünü, kapak ve iç tasarımını da Murat Kaspar’ın yaptığı bir almanak oluşturduk. Bir almanak oluşturmak için zorlu bir yıldı çünkü kültür sanat üretiminin ve sunumunun çoraklaştığı bir yıldı. 15 Temmuz’dan önce başlayan bombalamalar, terör saldırıları birçok konserin, etkinliğin iptaline sebep olmuştu. Bu, sunumla ilgili bir durum. Ama 15 Temmuz hem üretim hem sunuma etki etti. 15 Temmuz sonrasında iptallerin, ertelemelerin daha da arttığı bir döneme girdik. Sadece erteleme ve iptaller değil, kimi kültür sanat destekçilerinin yatırımlarını bu alana yapma konusunda tedirginliklerinin daha da arttığı bir yıl oldu. Bir başka cephesiyle kültür sanat üreticilerinin, yazarların, akademisyenlerin, gazetecilerin gözaltıları, tutuklamaları ile dolu bir yıl oldu ve hâlâ sürüyor.

Almanak sayesinde hafızasını tazelemiş isimlerdensin. Üzerinden zaman geçtiği hâlde yeniden sayfalara koyduğunuzda sizi veya seni soğuk hâliyle bile keskinleştiren, endişelendiren, üzen ne oldu…

Açıkçası; tekil olaylar söylemeyerek genel cümleyle neler olduğunu dile getirmek istesem de bunun en keskin örneklerinin tabii ki Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay’ın tutuklanması ve şu anda hâlâ tutuklu bulunan Cumhuriyetgazetesi yazarları olduğunu söylemeliyim. Tüm bunlarda canım acıdı. Tedirgin oldum hem de dediğin gibi oralarda daha da keskinleştim ve aradan zaman geçtiği hâlde oralarda durduk ekip olarak. Ama onunla birlikte her gün bir ölüm haberinin geldiği bir coğrafyada kitaplara, sinemaya, tiyatroya dair bir şeyler yazıyor olmakta biz zorlandık. Bir başka yine üzüldüğüm nokta ise az önce bir çoraklaşmadan bahsettim ya, haberler özelinde bir çoraklaşma zaten vardı, ikinci cephesi ise üretimin sunumu açısından da sorunlu bir yıldı. Radikal gazetesi internetteki varlığını da sonlandırdı. Birçok gazetenin kültür sanat sayfalarının artık neredeyse kalmadığı, televizyonlardaki kültür sanat programlarının ya tamamen kalktığı ya da devam edenlerin süresinin reklam süresinden bile daha az olduğu bir dönemdi bu. Bundan da tedirgin olmaya başladım çünkü kültür sanat hâlâ direnerek bize bizi anlatacak hikâyeleri anlatmaya devam ediyor, ama bu hikâyelerin paylaşılacağı mecralar kalmamaya başladı. Kapanan dergiler, kapatılan gazeteler, kapatılan dergiler… Bütün bu hikâyeler de bizi başka bir yerden yaraladı. Kişisel hikâyemde ise şunu belirtmek istiyorum; Turhan Günay’ın olmadığı bir fuar yaşadık. Ki Almanak’ta da “Turhan Abisiz kitap fuarı mı olur” başlığını görecektir alacak olanlar.

Turhan Abi’siz bir fuarın ne demek olduğunu bize tarih yazacak. Ama dilerim bundan sonra yaşayacağımız ilk kitap fuarında Turhan Abi yine bizimle beraber olur. Yeleğiyle birlikte aramızda olur. Çünkü bu ülkenin kültür sanat ve yayıncılık hafızasıdır Turhan Günay. Turhan Günay için bir parantez açmak gerektiğine inanıyorum, onun yaşadığı haksızlığa karşı durmak kesinlikle siyasî bir durum değil. İnsanca bir durumdan söz ediyoruz. Bu ülkenin kültür hafızasına, yayın hafızasına sahip çıkmakla ilgili bir şey. Türkiye’de hangi dünya görüşünden, hangi siyasî görüşten olursa olsun, yazan çizen, edebiyatla, yazıyla, yayıncılıkla ilgilenen herkes, yayıncısından matbaacısına, yazarından editörüne, dağıtımcısından ciltçisine ve kültür sanat gazetecisine herkesin tek bir ses olarak bu haksızlığa karşı çıkması gerekiyor.

Şimdi, Sakın Oraya Gitme’ye geçmek istiyorum. Kitaptaki öykülerde, daha önce tek kitapta bu kadar bir araya gelmeyen politik bir arka plan var. Örneğin, kahramanların çoğunun yazar olduğu öykülerde bir tedirginlik hali var. Bunu illaki ülkenin gündemiyle ilintili okumak istemiyorum, zira dünya tuhaf bir hal içinde. Ama kahramanlarının en tedirgin olduğu kitap bu olsa gerek…

Tedirginlik, burada çok güzel bir biçimde kitaptaki öyküleri kucaklayan bir tanımlama oluyor. Dediğin çok doğru. Bütün bunlar, özellikle Türkiye’nin ve Türkiye’nin yakın coğrafyasının siyasi durumundan etkilenerek kaleme alınmış öyküler değil. Elbette ki bir yazar veya bir insan gündemden, gündemin kendine dayattıklarından, her gün değil artık neredeyse her saat başı yeniden bir duruş belirleme ihtiyacı dayatmasından uzakta duramaz. Ben de hayata bakan, hayatın içinde olmaya çalışan bir insan olarak zaten hiçbir zaman uzakta durmadım, edebiyatın görevinin de değil hayattan uzakta durmak tam aksine hayatın kalbine doğru yürümek olduğuna inanırım. Artık sadece bu coğrafya, Türkiye özelinde değil, dünya genelinde ötekileştirmenin, ırkçılığın, gelir adaletsizliğinin, savaş çığırtkanlığının, doğayla kurulan hoyrat ilişkinin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz. Bu evren her coğrafyanın bireyini tedirgin ediyor, çünkü tekinsiz. Değil ertesi güne, bir saat sonraya ne olacağımızı bilemediğimiz bir tekinsizlik içinde ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Doğayla, dünyayla, hayatla, birbirimizle… Bu ilişkilerde o tekinsizlik bizde büyük bir tedirginlik olarak var oluyor. Büyük bir tedirginlik içindeyiz. Sakın Oraya Gitme daha adıyla birlikte, bu ad tedirginliği tümüyle imleyen bir isimdir, bu tedirginliğin öykülerini bir araya getiren bir toplam oldu…

Konu isme gelmişken, kitabı daha okumadan, sadece ismine bakarak ilk düşündüğümde şu fikir uyanmıştı zihnimde. Biz bu cümleyi ilk ne zaman duyarız? Tuhaf biçimde bu cümleyi bize anne- babamız kurar. Bu uyarıyı ilk olarak tonuna göre ya otoriter ya sevecen bir anne veya baba söyler…

Harika bir şey söylüyorsun aslında. Ya otoriter ya sevecen anne veya babalarımızdan duyarız gerçekten ilk olarak. Son üç dört yıldır, gündelik hayatımıza daha fazla sızmış bir cümle bu. Tam da dediğin gibi bu cümle, kimi zaman sevdiklerimizi korumak, kimi zaman sevdiklerimizin hayatını korumak için sarf ettiğimiz, kimi zaman da bir otoritenin, bir baskıcı sesin bize parmağını sallayarak söylediği bir söz olmaya başladı. “Sakın oraya gitme, orada terör saldırısı var”, “Sakın oraya gitme, bir ihbar olmuş”, “Sakın oraya gitme, trafik fena”… Bu da aslında hayatın ta kendisiyle ilgili ve o trafiğin yoğunluğu bile bizi tedirgin eder hâle geldi. Akşam iş çıkış saatlerimizde trafiğe bakıp pişmanlıklar yaşıyoruz, “On dakika önce çıksaydım bir saatte evdeydim, şimdi iki saati bulur en erken gidişim” gibi cümleler kuruyoruz. Böyle bir tedirginlikle yaşıyoruz. “Sakın oraya gitme” artık parmak sallayanların zihnimize kazındığı ânın cümlesi. Sakın o konulara gitme, sakın oralarda yazma, sakın o meselelere girme… O en başta konuştuğumuz tedirgin ruh hâlinin ve bunun ne kadar sıradan bir cümle olarak hayatımıza girdiğinin en basit ifadesiydi, bu yüzden seçtim kitaba isim olarak.

Diğer taraftan çok doğru bir yerden bakıyorsun cümleye; bu tedirginliğin kaynağı sadece bir baskı, otoriterlik veya sadece bir öfke, nefret değil, aynı zamanda sevecenlik, koruma, hayatta tutma cümlesi. Biz birbirimizi tedirginliklerimizle hayatta tutmaya başladık. Hayatta kalabilmek için birbirimize tedirginliklerimizi aşılamaya başladık. Sevdiklerimiz özgür kalsın diye, özgürlüğünü yaşayabilsin diye ona tedirginliğimizi aşılamaya başladık…

Belki biraz aşırı yorum olabilir… Öykülerin genelindeki politik tavır dolayısıyla soruyorum. Elbette bir külliyen ret değil sözünü ettiğim. Bundan sonra tavrım budur, eski metinlerde çok sık yapmadığım bir şekilde bundan sonra daha sert daha politik, daha ağzı bozuk… olacağım gibi bir düşüncen oldu mu peki?

Hayır. Aile Çay Bahçesi’ndeki öykülerde çekirdek aile dediğimiz aile kurumunun içindeki ikiyüzlülükle hesaplaşmak istemiştim ve o konunun üstüne yoğunlaştım. Bir de Baktım Yoksun’da gündelik hayatın içindeki kaçış noktalarıyla, kaçış isteğiyle ve baba- oğul simgesi üzerinden bütün iktidar kavramıyla hesaplaşmak istemiştim ve o meseleler üzerine yazdım. Bu sefer de bu tedirginlik ve içinde bulunduğumuz ruh hâliyle yüzleşmek istedim. Elbette hepimizin bir meselesi var. Benim de öyle. Ama bir kitaba oturduğumda, farklı öykülerden mürekkep bir öykü kitabı da olsa, o kitabın tek bir duyguyu okurun eline bırakmasını istiyorum. Okur on iki farklı öyküyü okuduğunda on iki farklı âleme gitmiş olacak ama o âlemlerden bir meseleyle kitabın başından kalkmış olacak, hayalim var. Bu hayalin karşılığı da meselemin üzerinde farklı farklı cephelerle, farklı farklı ilişkiler, farklı farklı olay örgüleri, farklı kahramanlarla bu meseleyi aktarmaya çalışmak… Dolayısıyla hiçbir zaman bu kitaba başlarken, Türkiye ve bu coğrafya zor siyasî zamanlardan geçiyor, ben de bu zorlukla nasıl bir mücadeleye girdiğimi öykülerim aracılığıyla anlatacağım, bu yüzden de elimi sertleştireceğim, dilimi sertleştireceğim, kalemimin ucunu sivrilteceğim gibi bir düşüncem olmadı. Meselem bu tedirginlik hâliyle, bu tekinsiz coğrafyayla, bu özgürlük alanlarının daralmasıyla hesaplaşmaktı. Bunları anlatmak isteyen bir yazarın da bugünün gerçeklerinden uzakta bir şeyler yazması düşünülemezdi zaten.

Sanki biraz karamsarlık var hâlinde…

Çok ilginç bir şekilde bu öykülerin hepsinin bir yerinden, bir umudun fışkırdığını düşünüyorum. Bunu ne kadar aktarabildiğimi tam olarak bilemiyorum elbette. Ama elbette öyküler karamsar, tedirgin ve bazı yönleriyle de yarın kaygısı taşıyan öyküler olabilir. Ama bütün o yarın kaygılarının içinde, öykülerin kendi olay örgülerinin içinde bir umut çekirdeği ekmeye çalıştım. Bu umut çekirdeği de şudur: Birbirimize anlatacağımız hikâyeler…

“Cesur Geyikler” öyküsündeki o neresi olduğu belirsiz, belki de dünyanın ta kendisi olan hücrede iki arkadaşı hayatta ve ayakta tutmaya çalışan hikâye anlatma meselesi aslında tam da bu umudun izdüşümüdür. Birbirimize birbirimizin hikâyelerini anlatarak, birbirimizin hikâyelerine kulak kabartarak, birbirimizin farklı seslerine, farklı dillerine ve dinlerine kulak kabartıp onları anlamaya çalışarak ayakta durabileceğimize ve o umutsuzluğun sona erebileceğine, yeniden bir umut yaratabileceğimize inanıyorum…

Ama tam da bu noktada Albert Camus çıkıyor karşımıza…

Eğer ben de kayayı yukarı kadar çıkarıp, daha sonra beni ezerek yeniden aşağı yuvarlanmasını seyrediyorsam, orada meşhur Sisifos söylencesinin ikinci kısmına geçerim ve yeniden yukarı itmeye başlarım. Yeniden yukarı itmenin enerjisi, gücü de bu hikâyelerden geliyor. Yeniden aşağıya düşeceğini bilsem bile…

Aile ve ikiyüzlülüğe geri dönmek istiyorum. İlk öyküde anne ve hafıza kavramlarının başat rolleri aldığı bir durum var karşımızda. Hafızayla her zaman meselesi olan bir yazarsın. İlk öyküye sadece bir anne- oğul öyküsü demek eksik kalır. Alışılmışın dışında anneye isyan eden bir tavır var…

Gerçekten basit bir anne- oğul öyküsü olarak değil, kuşaklar arası bir öykü olarak düşündüm ben de onu. Çünkü hafızasızlık bu coğrafyada kuşaktan kuşağa emanet edilen bir şey olmaya başladı. Biz bütün bu meselelerden özellikle de yüzleşme cesaretini sergileme zorunluluğundan kaçmak için hafızasızlığa sığınmaya başladık, unutkanlığımıza sığınmaya başladık, unutkanlık maskesinin arkasında rahat bir yaşam sürme ikiyüzlülüğüne sığınmaya başladık. Aslında ben bizden önceki kuşağa da bizden sonra gelecek kuşağa da hep şunu söylemek istiyorum: Hesaplaşmak için önce hatırlamak lazım. Hatırladığımızı aktarmamız lazım. Bütün hatırladıklarımızı daha sonraki kuşağa, geçtim sonraki kuşağı, bir sonraki güne bile aktarmamaya başladık. Şunu çok seviyoruz, yahu ne yapalım biz de böyle belleği zayıf bir toplumuz, işte canım, biz unutkanız… demeye bayılıyoruz. Hayır biz böyle değiliz. Biz unutkan değiliz, bizim belleğimiz hiç zayıf değil. Bununla kendimizi aklamaya çalışıyoruz. İkiyüzlülüğümüzü, kendimize bile itiraf edemediğimiz ikiyüzlülüğümüzü, geceleri yalnız kaldığımızda, başımızı yastığa koyduğumuzda kendimize bile itiraf edemediğimiz, iç ses olarak bile kafamızda dolaştıramadığımız ikiyüzlülüğümüzü bir unutkanlık maskesi arkasında saklıyoruz.

Bu durum seni de çok sıkmıyor mu artık?

Çok sıkıyor. Sıkmaz olur mu? İşte tam da bu yüzden bu öyküler çıkıyor ortaya. Bu meselenin üstüne gitmek istediğim için bunları yazdım. Tam da bu meselenin üstüne gitmek için, bunlarla ilgili bu kitabın okuru olacak kişilere sorular sormak istedim. Okurlar, ister bir anne- oğul öyküsünde, ister bir aile laneti öyküsünde, ister bir hapishane öyküsünde, ister bir arkadaşlık öyküsünde, hangisinde bunu bulursa, bunların birinin kalbinde bir hafıza meselesini çıkarsın ve bununla ilgili kendine sorular sorsun istedim.

Birbirimize anlattığımız hikâyelerle, bunları paylaştıkça bir şeyleri değiştireceğiz dedin. Şimdi düşünüyorum; çok büyük trajedilere, büyük kıyımlara özellikle bir unutma, unutturma politikası uygulanıyor. Çok basit, üç darbenin en az ikisini görmüş ebeveynlerimiz onca hikâye içinde kitapları sakladık, saksılara gömdük, oraları aradılar, deden şöyle yaptı… gibi birkaç basit hikâyeyle geçiştirdi yıllarca. Edebiyatımızda bile örneğin şöyle bir rafı doldurabilecek esaslı bir toplamı zor verir.

Kendini romantik ve iyi hissettirecek birkaç klişe ile geçiştirilen ve aktarılmayan bilgilerle dolu yakın tarihimiz. Çok doğru, hep aynı imaj… Bir şeyi bilmiyoruz geriye dönük. İşte bu hafızasızlık, bu unutmaya sığınmak, bütün gün unutma bahçesini sulama hâli… Oradan hiçbir çiçeğin çıkmayacağını bile bile oranın çorak toprağını sulama fikriyle hesaplaşmak istiyorum. Edebiyatın temel görevinin de sorular sormak olduğuna inanan bir yazar olarak, bu soruları okurun zihnine göndermek istedim. Bu sorulara her okur kendi zihninde farklı bir cevap verecektir elbet, ama o cevapların kesişeceği noktalar olacağına inanıyorum. Bu noktaların en güçlüsünün ve önemlisinin hesaplaşmak olduğuna inanıyorum. Bizim, geçmişimizle, dünle ve bugünle ilgili tek bir kaynaktan gelen bilgiyle sınırlı kalmayıp, dogmatik olmayıp başka bilgilere kulak kabartarak hesaplaşmamız gerekiyor. Hesaplaşmadıkça ikiyüzlülüğümüz devam edecek. İkiyüzlülüğümüz devam ettikçe unutmaya sığınmaya devam edeceğiz. Bu sefil döngüden kendimizi kurtarmak için hesaplaşmalıyız ve bu yüzden birbirimizin hikâyelerini dinlemeliyiz. Herkes, her şey, doğa, başka diller, başka dinler birbirine hikâyelerini anlatmalı. Ve biz de anlamaya çalışmalıyız, sabırla! İyilikle! Anlamaya çalışmalıyız, anladığımızın da bizde kalanını aktarmalıyız.

Hafıza zaten bu aktarmayla başlıyor…

Bizim çocukluğumuz, kendimizi bildiğimiz beş altı yaşlarına kadar olan evremiz, ebeveynimizin veya yakın çevremizin bize anlattığı hikâyelerden oluşur. Bize çocukluğumuzu anlatırlar; şöyleydin, bunu yapardın, bunu giyerdin, böyle gülerdin, misafir geldiğinde şunu yapardın vesaire… Hikâyeler anlatılır ve bizim çocukluğumuz bizden önceki kuşağın aktardığı hafızasıyla oluşur aslında. Onların bize anlattığı hikâyelerle oluşur. Bir süre sonra bu hikâyeleri o kadar çok dinlediğimiz için –mış yerine –di ile anlatmaya; böyle bir çocukmuşum demek yerine, böyle bir çocuktum demeye başlarız. O hikâyeler bizi oluşturur çünkü. Ne zaman ki bizden önceki neslin hafızası yok olursa, yani bir annenin, bir babanın hafızası yok olursa o çocukluktaki bütün hikâyeler boş kalmaya başlar. Çünkü artık bizi bize anlatacak kimse yoktur. Toplumsal olarak da böyle. Bizden önceki zamanların hafızası gittiğinde, onlar unutma bahçesine sığındıklarında bizim geçmişimiz oluşmuyor. Toplumsal olarak hiçbir zaman büyümeyecek ergenler olarak kalıyoruz. Kendimizi oluşturamıyoruz. Oysa bütün bilgilerin aktarılması, anlatılması ve bir sonraki neslin oluşması gerekiyor. Hesaplaşabilmek için… Oluşursa her şey bir kerede mükemmel olacak diyemiyorum. Ama oluşsun ki hesaplaşalım, o zaman görelim güzel mi, değil mi… Önce hafızamızı oluşturalım, sonra hesaplaşalım…

Sence mümkün mü?

Mümkün olduğunu umut etmek istiyorum. Ve mümkün olduğu örnekler var. Bugün yoksa bile, olduğu dönemler var. Bazen o mümkünlük hâli bir hikâyeyle bile olabilir. Biz bir hikâyenin bile içinden çıkamaz hâle geldik. Bu ülke ne siyasî geçmişiyle ne ekonomik geçmişiyle ne ülkenin coğrafyasıyla kurduğu ilişkiyle hesaplaşabiliyor. Onların hikâyelerini bile birbirimize doğru anlatamıyoruz. Ne denizlerimizi, ne ağaçlarımızı, ne toprağımızı, ne kuşlarımızı seviyoruz. Birbirimizi de sevemiyoruz çünkü hikâyelerimiz kimsenin umurunda değil.

Peki, edebiyat o hesaplaşmayı ne kadar başarıyor sence? Medyanın bunu on küsur yıldır yapamadığını biliyoruz çünkü…

Genel olarak edebiyat veya sanattan bu olayın fitilini yakacak bir sorumlu olarak bahsetmek doğru olmaz. Ama bu ülkenin edebiyatının, onlu yıllar içinde ele alacak olursak, onlu yıllarla hesaplaşmayı öneren oldukça nitelikli örnekleri olduğunu biliyoruz. Edebiyat üzerinden de medya ve diğer sanat dalları üzerinden de kesin bir yüzdeyle konuşmak mümkün değil, senin de bunu göz önünde bulundurarak sorduğunun farkındayım. Çünkü bu hesaplaşmayı yapanlar, bunun hesabını vermeye çabalayanlar var. Edebiyatta da, başka sanat dallarında da, medyada da… Nitelikli örnekler, dik duruşlar, çabalar, kararlılıklar var. Yeterli mi? Yoktan iyidir. Bunu siyasî değil, insanî bir şey olarak değerlendiriyorum. Ama genel olarak bakacak olursak dediğin doğru, medyanın artık bir hafıza oluşturmak şöyle dursun, olanı silmek yönünde bir çabası olduğunu hepimiz biliyoruz. Hatta silmekten daha da kötüsü, farklı ve yönlü bir hafıza oluşturuyor. Bu, hafızasızlıktan çok daha kötü bir şey… Yeni ve güdümlü bir hafıza yaratmak, yanlış olan üzerinden… Edebiyatın ise bu konuda, okuruna soru soran çok iyi örnekleri var. Şiirden romana, denemeden anıya, öyküye kadar nitelikli örnekleri var ve dolayısıyla eğer edebiyatın ve sanatın genel olarak görevi soru sormaksa, bence sanat ve edebiyat her tür zorluğa, ona “Sakın oraya gitme” diyen her tür baskıcı sese rağmen, gitmekten korkmayan örneklerle dolu. Çünkü ancak gittiği zaman onun hikâyesini anlatabileceğinin farkında sanat ve onun hakkını vermeye çabalıyor bence.