Category Archives: Uncategorized

Dün canım sıkkındı.

 

Öğlen saatlerinde bir fil oturdu yüreğime. Ben “Kalk” dedikçe, o ağırlığını verdi. İyice yerleşti göğüs kafesime.

Filin koca kıçı, dünyayı görmemi engelledikçe kendime döndüm. Kendime döndükçe karanlık yollara saptım. Kayıplarımı düşündüm, hayatımdan gidenleri. Eski dostları düşündüm. Kimi artık bu dünyada değil, kimiyle görüşmüyoruz. Zaten kimi dostluklar “tek ucu boklu değnek”. Değneğin diğer ucundan kötü kokular yükselse de, dayanıyorsun, görmezden geliyorsun. Ama günün birinde, öyle bir şey oluyor ki, diğer ucu da tutman gerekiyor. Eğer gerçek bir dotluksa, eline bulaşan pisliği beraberce temizliyorsunuz. Değilse, her taraf boka bulanıyor.

Bütün bunları düşünürken, aylardır beklediğim geceye yaklaştı saatler.

Tuna Ötenel’i yıllar sonra sahnede göreceğimiz gece.

Şimdi diyebilirsiniz ki, “Kardeşim, belli ki konser yazısı yazacakmışsın, bize ne senin sıkıntı filinden?”

Dileyen bu yazıyı “Sıkıntı Fillerini Kovma Dersi” ya da “Dostluklar Neye Yarar” başlığıyla da okuyabilir. Anlaştık mı?

Koyuldum yola. Oldukça erken gittim Şişhane’ye. Yolda birkaç arkadaşla karşılaştım. Çay ısmarladılar. Fil çay sevmiyormuş, biraz uzaklaştı.

Sonra kadim dostlarımdan biriyle akşam yemeği yedim. Tertemiz değneğin bir ucundan o tuttu, bir ucundan ben. Sohbet ettik. Fil kıskandı sanırım, silkinip kalktı göğüs kafesimden.

Sonra İKSV Salon’un kapısının önünde yıllardır görmediklerimle karşılaştım. Herkes öyle heyecanlı, öyle mutlu ve öyle içtendi ki. “Çevremde bir fil görüyor musunuz?” diye sordum. “Seni seviyoruz,” dediler.

Ve konser başladı.

Emin Fındıkoğlu’nun sol el olduğu piyanosunun başında oturuyordu Tuna Ötenel. Artık kullanamadığı elinin yerini, 35 yıldır birlikte müzik yaptığı dostu almıştı. Sağ eliyle dolaştı siyah-beyaz tuşların üstünde. Şenova Ülker’in trompeti soloyu ona bıraktığında, kararlı ve özlem dolu tremolelerle girdi solosuna. Döktürdü.

Döktürdü

Alkışı kim başlattı bilmiyorum. Ama her kimse “Tuna’nın dostlarından” biriydi. Her solodan sonra dakikalarca alkışladık. Hem ölümden dönmüş bir adamın caz sevgisini, hem müziği, hem de hâlâ birlikte olmanın güzelliğini alkışladık.

Berrin Ötenel “Çok zor günler geçirdik,” demişti bana. “Geçtim müzikten, her şeyi unutmuştu Tuna. Okumayı, yazmayı, konuşmayı ve hatta yemek yemeyi.” İşte böyle bir kuyudan, dostlarının sarılışı ve müzikle çıkmıştı Tuna Abi. Üstelik, müzikal birikimine bir de kornet çalmayı ekleyerek. Sol elini kullanamayacağını anlayınca, tek elle hakim olabileceği bir enstrüman bulmuş kendisine. Ve geçen yıllar içinde, kendi çabalarıyla kornet çalmayı öğrenmiş. “Artık sol elini kullanmayı tercih etmediği için, saksafon yerine kornet çalacak,” dedi Emin Fındıkoğlu. Hayat “tercihlerimizi” yönlendirse de, onunla mücadele edebileceğimiz gerçeği, daha kibar anlatılabilir mi?

Sahneye ağız mızıkasının efsane ismi Hasan Kocamaz çıktığında hepimiz nefesimizi tuttuk. 90 yaşında bir usta caz yapmaya gelmişti Salon’a. “Body and Soul” çalarken, solo sonrasındaki alkışı oturarak karşılamak istemedi. Sandalyesinin arkalığına tutunarak ayağa kalktı ve dinleyiciyi selamladı. Salon’un duvarlarına müziğin ötesinde bir şeyler sindi o anda.

Neşet Ruacan, İmer Demirer ve daha nice isim. Sahneden yıldızlar geçerken Berrin Abla’nın sözleri çınlıyordu kulağımda. “Dokuz yıldır bir gün bile müzik ve müzisyen dostları eksik olmadı evimizden. Dünyada her şeyden daha çok sevdiği cazla, cazcı dostlarıyla hayata sarıldı Tuna.”

Şöyle bir baktım dinleyenlere. Büylenmiş gibi sahnedeki benzersiz isimlere, havada uçuşan notalara ve dostluklarla ördükleri hayatlarına bakıyorlardı. Notalardan, kelimelerden, repliklerden oluşan bir dostluk değneğinin iki ucunu tutmuş, yarını bekliyorlardı.

Tümüyle vedalaştım o anda sıkıntı filimle. Yarını beklemekten daha güzel ne olabilirdi ki?

“Bu konser için iki yıldır çalışıyoruz,” dedi İstanbul Caz Festivali Direktörü Pelin Opçin. 2007 tarihli Konya Selçuk Üniversistesi konser kaydını dinledikleri ve Tuna Ötenel’e onur ödülü verdikleri günlerden beri, büyük ustayı bir kez daha sahnede görmenin hayalini kuruyorlarmış. Bu hayali Türkiye’de plağa basılan ilk caz albümü “Jazz Semai”nin 35.yılında gerçekleştirebilmenin mutluluğunu yaşıyordu. Pelin Opçin, Harun İzer ve bu sürece emek veren herkesi kucaklamak istedik.

Geceye dair anlatacak daha çok şey var. Dilerim önümüzdeki günlerde güzel yazılar okuruz. Müzik yazarlarının kaleminden o geceyi okumak bana da çok şey öğretecektir.

Ben, sahnede çocukluğumda tanıdığım bir adamı gördüm. Tuna Abi ve Berrin Abla’yla Ankara’da geçen günlerimi gördüm. Müzik sevgisinin ve dost sarılmasının neler başarabildiğini gördüm. Bir festivalin neredeyse on yıllık hayalini gerçekleştirebilmesinin mutluluğunu gördüm. Daha bir gün önce sevdiği bir insana veda etmiş gencecik bir insanın, derdini notalarla unutma çabasını gördüm. Ankara anılarında kaybolan insanlar gördüm. Yıllara meydan okuyan yetenekler gördüm. Bir sıkıntı filinin uzaklaşmasını gördüm.

Konserden sonra, tek başına Şişhane metro durağına yürürken çok kalabalıktım.

Artık yarını daha büyük bir kararlılıkla bekleyebilirim.

  • Posted by : admin
  • 12월 3, 2024

130 gün oldu. 

Turhan Abi 130 gündür tutuklu.

Şunları yazdığımdan bu yana 100 gün daha geçti.

yumuşak

Kitaplara çok yumuşak dokunur Turhan Günay. Her bir satırın
arkasındaki emeği düşünür. Yazmanın zorluklarını bilir. Ama romantikleştirmez
kitap-okur ilişkisini. Anlayışlıdır yazarlara karşı. Ama yazıya sevgisi olanla,
sevilmek için yazanı hemen ayırır birbirinden. Çalışanı, üreteni, direneni,
devineni gözünden tanır. Kirin-çamurun onlara değmemesi için, yollarını
nefesiyle temizler gerekirse. Türküleri sever. Ama türkülerin çanına ot
tıkayanla aynı masaya oturmaz. Turhan Günay’ın oturduğu masa, dünyanın bozuk
zeminine meydan okur. Bir de masalların, atasözlerinin, kelimelerin
hikayelerini bilir. Bitkileri de, kelimeleri de köklerinden tanır. Ne zaman,
nereye doğru boy vereceklerini anlar. Şu anda onu demir parmaklıkların ardında
tutanlar, bir cesaret otursalar karşısına, onlara da adalet nedir, hukuk nedir,
özgürlük nedir, vicdan nedir anlatır. Dediler ki “içeride” sakal bırakmış
Turhan Abi. Bir an önce çık da birlikte berbere gidelim koca adam. Berberle
sohbeti de sen başlat, arkada çalacak türküyü de sen seç.

  • Posted by : admin
  • 11월 20, 2024

Yaşlanmıyor bazı dizeler.

Anlattıkları taze.

Söylendiği/yazıldığı gün ne
anlama geliyorsa, şimdiki zamanlarda da aynı anlama geliyor.

Nâzım Hikmet’in sözleri,
bugünün aynası olsun.

bugünün

Türkiye işçi sınıfına
selâm!

Selâm yaratana!
Tohumların tohumuna, serpilip gelişene selâm!
Bütün yemişler dallarınızdadır.
Beklenen günler, güzel günlerimiz ellerinizdedir,
haklı günler, büyük günler,
gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan,
ekmek, gül ve hürriyet günleri.
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Meydanlarda hasretimizi haykıranlara,
toprağa, kitaba, işe hasretimizi,
hasretimizi, ayyıldızı esir bayrağımıza.
Düşmanı yenecek işçi sınıfımıza selâm!
Paranın padişahlığını,
karanlığını yobazın
ve yabancının roketini yenecek işçi sınıfına selâm!
Türkiye işçi sınıfına selâm!
Selâm yaratana!

  • Posted by : admin
  • 11월 12, 2024

NTV Tarih dergisinin son sayısında Haluk Oral tarafından kaleme alınan nefis bir yazı var: “Senede Bir Gün’ün ardında Nazım Hikmet mi vardı?” Şarkısıyla ve filmiyle meşhur “Senede Bir Gün” kitabının yolculuğunu tanıklıklarla aktaran ve İhsan (Koza) İpekçi’nin yazdığı kitabın Nazım Hikmet’le bağlantısını ortaya koyan yazıyı (ve elbette son zamanlarda en sevdiğim dergilerden biri olan NTV Tarih’teki diğer yazıları) okumanızı öneririm. Yazıda dikkatimi çeken bir noktadan devam edelim: Senede Bir Gün’ün 1946 tarihli ilk baskısının kapak içini fotoğraf olarak basmış dergi, “Beşinci bin” vurgusu hemen göze çarpıyor. Günümüzde kitapların ortalama 1000-3000 aralığına sıkıştığını düşünecek olursak heyecan verici bir rakam. Unutulmaması gereken nokta 1945‘te Türkiye nüfusunun 18,790,987 olduğu. Yani kaba bir değerlendirmeyle bugünün İstanbul’undan daha düşük bir nüfus.

Rakamlarla konuşmaya devam. Elbette önemli bir soruyu aklımızın bir köşesinde tutarak: Sayısal değerler tamam da, içerik ne olacak? O ayrı ve çok daha derin bir konu… Neyse; biz şimdilik Türkiye Yayıncılar Birliği‘nden gelen istatistiki verilere göre genel durumu ortaya koyup, Türkiye’de kişi başına kaç kitap düşüyor sorusunun cevabını bulmaya çalışacağız.

Türkiye Yayıncılar Birliği’nin açıklamasına göre 2009‘da 31.414 çeşit kitap yayınlanmış. Bu kitaplar için 170,331,457 adet bandrol satın alınmış. (Milli Eğitim Bakanlığı da 2009 yılında ilk ve orta öğretim öğrencilerine 183,268,000 adet ücretsiz ders kitabı dağıtmış.)

Bu çeşitliliğin içinde 2009’da Türkiye’de toplam 353,599,457 adet kitap üretilmiş.

Elbette bu noktada Türkiye’nin nüfusunu hatırlatmak gerekiyor. Son nüfus sayımına göre Türkiye’nin nüfusu 72,561,312. (Tekrar hatırlayalım 1945’te Türkiye nüfusu 18,790,987.)

Yani bu verilerden yola çıkarak şunu söyleyebiliyoruz: Türkiye’de kişi başına 5 kitap düşmekte.

Ama TYB’nin verileri burada bitmiyor. Daha net bir veriye ulaşabilmek için Korsan Yayıncılık diye adlandırılan garabetin verilerini de işin içine katmak gerekiyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü verilerine göre (bkz. telifhaklari.gov.tr “Korsanla İlgili İstatistikler Bölümü”) Türkiye’de yayıncılık sektöründeki “Korsan” oranı %60 civarında tahmin edilmekteymiş. Toplam kitap üretimineYani  %60’lık korsan yayın da yaklaşık 210 milyon adet ediyor.

Bunu kayıtlı üretime eklediğimizde Türkiye’deki kitap üretimi 560 milyon adete, kişi başına düşen kitap adedi ise 7,7 adete ulaşıyor.

Durum budur; yetişkinleri düşünerek söyleyebiliriz ki, bir yılda kişi başına yaklaşık 8 kitap. Okur-yazar olanlar, haftasonu kitapçı kitapçı gezenler, kitap fuarlarına gittiklerinde torbalarla çıkanlar bu rakamı görünce “Ben ayda en az 8 kitap alıyorum, nasıl böyle bir sonuç çıkabilir?” gibi gerçeklikten uzak bir soru sormasınlar. Üstelik bu rakamları içerik açısından değerlendirince ortaya çıkacak vahim sonucu konuşmadık bile…

Not: 96 sayfaya kadar eğitim amaçlı ve çocuk kitaplarına ilgili yönetmelikle bandrol alınması zorunluluğu kaldırıldığı için yaklaşık 50 milyon adet civarında olduğu tahmin edilen çocuk ve yardımcı kitaplar hesaplamalara dahil edilmemiş.

  • Posted by : admin
  • 11월 5, 2024

tersane

Fazla zaman geçmesine gerek yok; bir-iki gün sonra Metin İnanır adını kimse hatırlamayacak. Altı ay önce evlendiği beş aylık hamile karısı, doğacak çocuğu ve ailesinden başka. Bugün bütün gazetelerde okuduğumuz Metin İnanır’ın adı da, son yıllarda tersanelerde can veren 134 kişinin adı gibi unutulacak. Tuzla başta olmak üzere, Gölcük, Kocaeli, Zonguldak Ereğli, Aliağa’da ölen işçiler, insanlar birer isim olmaktan çıkıp, o büyük “kaybettiğimiz canlar” rakamının bir parçası haline gelecek.

Seyyar kızağın vinçle kaldırılması sırasında halat kopması sonucunda öldü Metin İnanır. 23 yaşındaydı. Astaş tersanesindeki (önceki ismi Selahattin Arslan tersanesi) vinç arızalı olduğu için, hemen yanındaki Gemtiş Tersanesi’nin vinci kullanıldı. Ama vinç kızağın yakınına getirileceğine dengesiz bir işlem yapıldı ve 15 işçi ölüm alanına sürüldü. Halat koptu ve vincin düşen parçası Metin İnanır’ın başına, Ramazan Kocatepe’nin de omzuna düştü. (Ramazan Kocatepe yaralı kurtuldu, bu insan hayatını hiçe sayan saçma sapan kazadan.)

Yeni evliydi Metin İnanır. Eşi 3 aylık hamile, yakında bir çocukları olacak, babasını hiçbir zaman göremeyecek bir çocuk. Üstelik öldüğü-öldürüldüğü gün doğum günüydü Metin İnanır’ın.

Metin İnanır’ın doğacak çocuğuna bu cinayetin hesabını kim verecek?

Peki ya diğerlerine? Çoktan adları büyük rakamın bir parçası haline gelmiş tersane işçilerinin geride bıraktığı insanlara, kim hesap verecek?

Limter İş Sendikasının verilerine göre Metin İnanır’ın ölümüyle birlikte 1992’den beri “en az” 134 tersane işçisi öldü. “En az” vurgusu önemli. Sendika, basına yansımayan, bilinmeyen, geç öğrenilen ölümlerin olduğunu ısrarla söylüyor. 2009’da 15, 2008’de 21, 2010’un ilk 5 ayında 13 tersane işçisi hayatını kaybetti. Çoktan insana dair hikayelerini unuttuğumuz ve istatistiki veriler olarak algıladığımız bu ölümlerin hesabını kim verecek?

Metin İnanır’ın hikayesini unutmamamız için yazdım. Öncesindeki isimleri de unutmayalım diye, internetten aldığım bilgileri bu yazıyı okuyanlara ve kendime not düşüyorum.

8 Mayıs: İzzet Gider. Makine dairesinde gaz sıkışması sonucu meydana gelen patlamada hayatını yitirdi.

21 Nisan: Hakan Oğuz. Yalova’da Yaşar San tersanesinde kafa üstü düşerek hayatını kaybeden Diyarbakırlı Oğuz, 18 yaşındaydı.

5 Nisan: İsmail Çakır. Yalova Tersanesi’nde vinçteki hurda kazanının başına düşmesi sonucu yaşamını yitirdi. 36 yaşındaydı.

30 Mart: Ali İhsan Çam. Boyacı olarak çalıştığı Sedef Tersanesi’nde yüksekten düşme sonucu öldü. 31 yaşındaydı.

27 Mart: Yüksel Özdemir. Tuzla Gemi Tersanesi’nde raspacı olarak çalışırken 13 Mart’ta yüksekten düştü ve ağır yaralandı. 45 yaşındaydı.

22 Mart: Sinan Durhan. Yalova Tersanesi’nde kaynak yaptığı gemi iskelesinde dengesini kaybedince 7 metre yükseklikten düşerek yaşamını yitirdi. 26 yaşındaydı.

17 Şubat: Hasan Köse. Selahattin Arslan Tersanesi’nde oksijen tüpü patlamasıyla vücudunun yüzde 80’i yandı. 24 yaşındaydı.

16 Şubat: Mikail Kavak. DESAN tersanesinde Gemkur taşeron işletmesinde kaynakçı olarak çalışıyordu. Elektrik çarpması sonucu öldü. 26 yaşındaydı.

12 Şubat: Osman Göç. GEMTİŞ tersanesinde kaynakçı olarak çalışırken kaynak dumanından zehirlendi. Mesai saatinden sonra akşam evine giden Göç fenalaşarak hastaneye götürüldü. Göç’ü doktorlar bir şeyin yok diye evine gönderdi; ancak gece yarısı fenalaşarak acilen hastaneye götürülen Göç, duman zehirlenmesine bağlı olarak kalp durması sonucu hayatını kaybetti. 26 yaşındaydı.

12 Şubat: Cevat Toy. Dearsan Tersanesi’nde tav işçisi olarak çalışıyordu. İskeleden düşme sonucu öldü. 41 yaşındaydı.

5 Şubat: Metin Turan. Şahin Çelik Tersanesi’nde raspacı olarak çalışıyordu. İskeleden denize düşerek öldü. 19 yaşındaydı.

14 Ocak: Onur Bayoğlu. Elektrikçi olarak çalıştığı Sedef Tersanesi’nde ambara düşerek öldü. 19 yaşındaydı.

  • Posted by : admin
  • 10월 29, 2024

1.NOKTA

Üç nokta (…)
İmlâ Kılavuzu – Türk Dil Kurumu Yayınları:525, Ankara, 1996

1. Tamamlanmamış cümlelerin sonuna konur.
2. Kaba sayıldığı için veya başka bir sebepten ötürü açıklanmak istenmeyen kelime ve bölümlerin yerine konur.
3. Alıntılarda; başta, ortada ve sonda alınmayan kelime ve bölümlerin yerine konur.
4. Sözün bir yerde kesilerek geri kalan bölümünün okuyucunun muhayyilesine bırakıldığını göstermek veya ifadeye güç katmak için konur.
5. Ünlem ve seslenmelerde anlamı pekiştirmek için konur.
6. Karşılıklı konuşmalarda, yeterli olmayan, eksik bırakılan cevaplarda kullanılır.

2.NOKTA

merhaba
sana bir mektup yazmaya karar vereli ne kadar oldu hatırlamıyorum
o günden bu güne kaç mektubu yarım bıraktığımı da
hayatı noktalama işaretleriyle örnekleyen bir insanın yazılarında hiç noktalama işareti kullanmaması sana garip gelirdi
bunun nedenini anlatan bir mektuptu yazmak istediğim
olmadı
tıpkı o çocukluk aşkın şairin dediği gibi yarınımı sormak istedim

beni senden uzağa götüren ustama
ne zaman diye soruyorum
bıyıkları çıkacak çocukluğumun

olmadı
buradan geçince hangi noktaya gideceğimi de bilmiyorum

kimbilir

zaten belki de hayat üç noktalık bir yoldur

3.NOKTA

Ne zaman aşkla ilgili bir şey yazsam, üç noktaya sığınıyorum. Bütün aşıkların bir liman aradığını, o limanı bulduklarında da karaya çıkmaktan korktuklarını söylemişti bir yabancı. Bak, şu anda yabancıdan yaptığım alıntının başına üç nokta koymadığım için kendimden utanıyorum. Ya gerçekten en büyük “gerçek” rastlantıysa! Ya gerçekten bütün sözler bir rastlantı sonucu gelip yerleşiyorsa dilimize, kalemimize! Şimdi bütün bu yazdıklarım gerçekle mi ilgili yoksa aşkla mı? Nereden geldiğini bilemediğim bir takım sözler, bana aşk yerine gerçeği yazdırsa bile, yazdığımı okuyan kişinin bunu aşk olarak algılaması mümkün mü? Ne yazdığım değil nasıl okunduğu önemli. Ve bir kere daha aşkla ilgili bir şey yazmaya karar verdiğimde, üç noktaya sığınmayacağım. Doğrudan şöyle yazacağım: Üç nokta.

  • Posted by : admin
  • 10월 15, 2024

Ne yalan söyleyeyim Ümit Alan‘ın böyle bir kitap hazırlamakta olduğunu bilmiyordum. Daha da öteye gideyim, kitabı elime aldığımda bile içeriğinden haberim yoktu. Ümit Alan’ın 2009’dan beri BirGün‘de yazdığı yazıları derleyip toparladığını yani bir “köşe yazısı kitabı” yaptığını sanıyordum.

 

Bu cehaletim bana büyük bir sürpriz ve mutluluk olarak döndü.

Çünkü Türkiye’de Gazetecilik Masalı bütün bu beklentilerin üstünde, harika bir kitap.

Yanlış anlaşılmasın; Ümit Alan’ın köşe yazılarına da meftunum. Kalemine, muradını doğrudan anlatma becerisine, mizahına, samimiyetine ve elbette durduğu yere… Yani köşe yazılarını derleyip toparlamış olsaydı da keyifle okurdum. Ama elimizdeki kitap bize çok daha fazlasını vaat ediyor.

Okumaya dün gece -hatta biraz da yorgun bir halde- başladım. Birkaç sayfa okur, genel ruhunu anlar ve uyurum diye düşünüyordum. Olmadı, kitap beni bırakmadı. Nefes nefese okudum. Heyecanı bol bir polisiyenin sayfa çevirtme yeteneğine sahip kitapla sabahladım. Değer.

Ümit Alan üst başlığı “Saray’dan Saray’a” olan bu inceleme kitabında Türkiye’de gazetecilik tarihinin izini sürüyor. Resmi kayıtları sivil tanıklıklarla karşılaştırarak. Bugünü dünle ilişkilendirerek. Dünü bugünün dinamikleriyle anlamaya çalışarak. Bu konuda önceden yazılmış kitaplarla-yazılarla ilişkisini kesmeden ama onların gölgesinde kalmayarak. Bu konuda yeni cümleler kurmanın, günümüzü otopsi masasına yatırmakla mümkün olduğunu bilerek.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bölümlendirme ve kitabın okunma temposu konusunda editör Emre Taylan’a da teşekkür etmek lazım belli ki. Böyle kitaplarda yazar-gazetecinin çalışma alanını doğru belirleyen bütün editörlere alkış lazım.

İçerikle ilgili yazılacak çok şey var. O cümleleri gazetecilere bırakayım.

Türkiye’de gazetecilik -gerçek anlamda, hayallerimizdeki gibi bir gazetecilik- mümkün mü? Her dönemde gizli bir gündemi oldu mu gazetecilerin? Kapalı kapıların en çok devrede olduğu meslek grubu mu var karşımızda? İktidar-basın ilişkisi hangi dinamiklerle oluşuyor? Görevi ‘göstermek’ olan gazeteciler neden ‘örter’?

Samimiyet ve dürüstlük çeşmesinden su içmek çok mu zordur gazeteci için?

Hep bir ‘masal’ olarak mı kalacak bu meslek?

Bundan böyle bana gazeteci olmak istediğini söyleyen ya da mesleğe bir yerinden girmiş ve kendisine bir gelecek belirlemek isteyen bütün gençlere önce bu kitabı okumalarını önereceğim. Hatta kendimi kaptırmışken daha da öteye geçeyim; üniversitede basın-yayın, iletişim, sosyal bilim okuyan herkese önereceğim. Kim tutar beni?

Masalları severim. Yerinde anlatıldığında. Ama basında gerçeklere ihtiyacımız var. O gerçeklerle yüzleşmek isteyen herkese Türkiye’de Gazetecilik Masalı‘nı öneriyorum.

kalacak

  • Posted by : admin
  • 10월 9, 2024

kapak

Dün Sungun Babacan’ın bu dünyaya veda ettiği haberini aldım. Bunu yazmak kolay değil. Zor, anlamsız, yakıcı…

Son birkaç yılda tiyatro dünyası çok önemli isimlerle vedalaştı. Benim ömrümün geçtiği seslendime dünyası da… Çok sevdiğim, binlerce anı biriktirdiğim, ağladığım-güldüğüm, birlikte aç kalıp birlikte para kazandığım isimler yok artık. Sezai Abi yok, Nusret Abi yok… Sezai Aydın, Nusret Çetinel olmadan nasıl yapılır? Raca’mız Haldun Boysan yok… Tarık Ünlüoğlu yok. Absürt şakaların kralı Bülent Yıldıran yok. O koca sesli çocuk ruhlu Mete Yavaşoğlu yok. Cezmi, Cico, Hüseyin yok… Güzel gözlümüz Semra Dinçer, yıllarca birlikte kukla oynattığımız canım Meral ablam-Meral Niron, Jale abim- Jale Aylanç yok. O saç tarama hareketiyle beni hep güldüren Aykut Sözeri yok. Yine dün adlığımız acı bir haberle, Radyo Çocuk yıllarından hocam Semih Sergen yok. İstanbul’un seslendirme ustaları da var bu yıkıcı listede; Devrim Parscan yok artık. Levent Ünsal o koca kahkahalarını atamayacak, güzeller güzeli Arzu Akın yok artık. Çocukluğum ve gençliğim Ankara stüdyolarında geçtiği için oradaki isimleri hatırlıyorum daha çok. Anılar, acılar, kahkahalar hep orada…

Ne yazık ki bazı isimleri unutmuşumdur. Çünkü liste çok uzun. Liste uzadıkça ölümler gerçekliğini yitiriyor. Bazen bir dostla karşılaşıp “O da mı yok artık,” diyoruz birbirimize. İnanması o kadar zor ki…

Bu isimlerin hepsi hepimizden bir parça götürdü. Ama Sungun Babacan başkaydı. Bambaşkaydı. Abimdi, hocamdı, yönetmendimdi, dostumdu, sırdaşımdı, derdimi anlattığım-derdimi dinleyendi, benzemek istediğimdi… Bazen de kızdığımdı, kendisine ve o benzersiz yeteneğine daha sevgi dolu olmasını, daha iyi bakmasını istediğimdi. Macera filmlerinde birlikte konuşurduk bazen. Sungun Abi hep yakışıklı başrolü, ben de başrolün durmadan konuşan, sakar, ortalığı karıştıran arkadaşını konuşurdum. Takılırdık birbirimize, didişmeye bayılırdı zaten. “Ben bütün film kan ter içinde kalıyorum, bütün işi ben hallediyorum, sen iki replikle bütün alkışı topluyorsun” derdim. Gülüşürdük. “Öğlen arasına yemekleri de sen söyle o zaman, o işi de sen hallet” derdi. Ekmek arası döner yerdik, ayran içerdik birlikte. Sonra da birer sigara. Keşke hiç olmasaydı o sigara…

Dün haber kanallarından, gazetelerden aradılar. İki kelimelik bir açıklama ya da kısa bir yazı için. “Yapamam” dedim. O anda yapabilecek durumda değildim. Ağlıyordum. Ama kendimi toparlayınca düşündüm de, onu (ve diğer bütün isimleri) yaşatacak daha çok şey yapmalıyım. Sungun Abinin doğum günü 5 Ekim idi. O tarih anıları güçlendirmenin başlangıcı olur belki.

Hiç kavga etmedik Sungun Abiyle, birbirimize darılmadık-kırılmadık. Beni, öz kardeşi Mutlu kadar sevdiğini bilirdim. Ben de onu ablamı sevdiğim gibi, bir abi olarak sevdim hep. Dün o haberi aldıktan sonra uzun süre kendime gelemedim. Ablamı aradım, çok acı bir çığlık oldu o haber. Dostları aradım kimse o kelimeyi söyleyemedi. Olmaz ki öyle saçma şey, Sungun Abi ölmez ki…

Onun hakkında çok daha uzun bir yazı yazacağım. Yaşadıklarımızın ne kadarını anlatabilirim bilmiyorum ama deneyeceğim. Birazdan abimi son yolculuğuna uğurlamak için yola çıkacağım. Dönüşte bir yerde mola verir, ekmek arası döner yerim Sungun Abi. Merak etme, senin ayranını çalkalamadan vermem…

Öğrettiğin her şey için teşekkür ederim. Seni hep özleyeceğim ustam.

  • Posted by : admin
  • 9월 30, 2024

Ayrıntılara girmeyeceğim. Ama sadece “benim için özel bir an’dı” diyerek de geçiştirmeyeceğim. O kitabın, Wolfgang Borchert imzalı Üzgün Sardunyalar‘ın elime geçtiği an’da, o ilk öyküyü okuduğum an’da yaşadıklarımı paylaşmalıyım ki başlıktaki soru bir anlam taşısın. Bir öykünün okunma an’ını her yönüyle aramalıyız ki, okurluk denen o biricik varoluşun bize özel karşılıklarını bulabilelim.

 

Çoğu kitap ve bende yeri olan çoğu metin için yaptığım bir şeydir bu.; sorduğum soru basittir: Ben o metinle nasıl bir ilişki kurdum? Ne zaman, hangi fiziksel ve ruhsal koşullarda, nasıl ve hatta niye?

Ankara. Yıl 1988. İlkbahar. Mutlu bir yılın ardından aşk acısıyla kavrulduğum günlerden geçiyorum. Sevgilim, başka birine aşık olmuş ve beni terk etmiş durumda. Aklım durumu anlamaya çalışsa da ruhumun bir köşesi ona hala “sevgilim” demeye devam ediyor. Aşığım ve aptalım. Aşığım ve acı çekiyorum.

Tunalıhilmi Caddesi’nde Kuğulu Park yönünde yürüyorum. Tam Levni Kitabevi’nin önüne geldiğimde karşı kaldırımda onu görüyorum. Tunalı Otelin önünde. Yalnız. Yaklaşık bir ay önce, başka bir erkekle el ele gördüğüm yerde, bu kez yalnız. Yanına gidip konuşabilirim. Konuşmalıyım. Zaten beni görünce yaptığı yanlışı anlayacak, özür dileyecek, sensiz yapamıyorum diyecek. Yo, gitmemeliyim yanına. Kabullenmeliyim durumu. Aşklar biter, aşıklar ayrılır. Gitmeyi  de bilmek gerekir. Ama gitsem daha iyi olabilir, sarılırız özlemle. Gidersem kendime haksılık etmiş olmaz mıyım? Ama gitmezsem de…

Zihnim med-cezirde, bunları düşünürken başım dönüyor. Anında kendimi Levni Kitabevi’ne atıyorum. Gözüm aşktan kararmış bir halde karşıma çıkan ilk kitabı elime alıyor, hemen okumaya başlıyorum. Kafamı kitaptan kaldırmamalı, Tunalı Otel tarafına bakmamalıyım.

Üzgün Sardunyalar. Wolfgang Borchert. Bu yazarı daha önce hiç duymamışım. O anda çevirenin Kamuran Şipal olduğunun, kapak deseninin Yurdaer Altıntaş’a ait olduğunun farkında değilim. Bağlam Yayınları yayımlamış kitabı, gözüm bunları görmüyor ki…

Kitabın hemen girişindeki Üzgün Sardunyalar öyküsünü, defalarca okuyorum. O’nun oradan gittiğinden emin olana kadar. Bir daha okuyorum, bir daha, bir daha… Kendi aşk acımdan arınıp, öyküdeki kızın acısına ortak olana kadar. Onun üzüntüsünü kendi üzüntümden değerli bulana kadar.

Neden sonra, kafamı kitaptan kaldırıp karşı kaldırıma bakıyorum. O yok. Gitmiş. Başka bir kız var orada. Burnu yüzüne dikilerek tutturulmuş gibi görünen, biri sağda biri solda o simetrik sardunyalar kadar huzurlu ruhuyla ağlayan bir kız.

Öykü artık benim oluyor. Ben o öykü oluyorum. Kurmaca ve gerçek arasındaki sınırlar bir kez daha ihlal ediliyor, edebiyatın sakin limanına sığınan bir okur tarafından. O günden beri soruyorum: Üzgün Sardunyalar kimin öyküsü?

Wolfgang Borchert okuyunuz. Belki de bir anda bütün öyküleri sizin olur.

  • Posted by : admin
  • 9월 23, 2024
Mutter, ich bin dumm!
(Béla Tarr’ın Torino Atı filmi üzerine notlar.)
nietzsche

1. Vikipedi’den alıntı: “3 Ocak 1889’da polis tarafından kargaşa çıkarmaktan tutuklandı. Gerçekte orada tam olarak ne olduğu bilinmiyor fakat söylentiler, Nietzsche’nin kırbaçlanmakta olan bir ata sarıldığı ve ağlayarak onu korumaya çalıştığı, sonra yere yığıldığı üzerinedir.” Béla Tarr, filminin girişinde, simsiyah bir ekran üzerine, bir dış ses aracılığıyla bize şiirselleştirerek aktardığı bu olayın sonrasında Nietzsche’nin iki gün boyunca bir divanda hareketsiz ve sessiz yattığını ve on yıl sürecek bir sessizlikten önce son sözlerinin “Anne, ne aptalım!” olduğunu söyler.

2. Bu sahneyi iyi düşünmek gerekiyor. Bir eylem, bütün düşünsel donanımla yapılıyor. Nietzsche simgeleri iyi bilen, birçok eserinde bu simgeleri kullanan, hatta dilini de simgesel anlatım üstüne yapılandıran bir düşünür. Dolayısıyla “at-arabacı-araba” hikayesinin simgesel karşılığını çok iyi biliyor. Tam da içinde bulunduğu durumu, o kırbaçlanma sahnesinde göreceği bir an. Aklının, o hasta bedeni sürüklemesi için ruhuna işkence ettiği bir dönem.

3. Son cümleden simgelere bağlanalım. Ergun Kocabıyık, benzersiz kitabı “Dolaylı Hayvan”da, Katha Upanişad’dan Mevlana’ya, Yunan mitolojisinden Budizme geniş bir yelpazenin içinde at simgesinin izini sürüyor. Freud’dan Kierkegaard’a varoluşu açıklayacak bir çizgiyi, yine aynı açıdan, at ve sürücü benzetmesinden çıkışla okuyor/okutuyor. Kitabın 80.sayfasına gidelim: “At ve ona hükmeden binici/sürücü simgesine rastladığımız belki de en eski metin Katha Upanişad’dır; burada şöyle denmektedir: Beden bir araba, Ātman bu arabanın içindeki bir yolcu gibidir… Ayırt etme yetisine sahip ve zihnini kontrol altına alabilen bir insanın duyuları ise, bir sürücünün terbiyeli atları gibi dizginlere itaat eder.”

4. At= Ruh / Arabacı= Akıl / Araba= Beden

Sahneye geri dönelim. Akıl (arabacı), bedeni (arabayı) taşıyabilmesi için, ruha (ata) işkence ediyor, acı çektiriyor, şiddet uyguluyor.

5. Nietzsche’nin iyi bir Dostoyevski okuru olduğunu da biliyoruz. Aynı sahnenin, Suç ve Ceza’da geçiyor olması dikkat çekici. İç hesaplaşmasının yoğunlaştığı bir ruh halindedir Raskolnikov. Şöyle der Dostoyevski: “Sağlıksız ruhsal durumlarda, düşler çoğu zaman olağanüstü bir belirginlikle, parlaklıkla, aşırı bir benzerlikle gerçeği andırırlar. Ama ortam, olaylar öylesine inandırıcıdır, öylesine ayrıntılı, öylesine beklenmediktir ki, tablonun sanatsal yapısının ayrıntılarıyla öylesine uyumludur ki, bu düşü gören Turgenyev ya da Puşkin gibi bir sanatçı bile olsa, ayıkken böyle şeyleri düşünmesi olanaksızdır. Hastalıklı düşlerdir bunlar. Uzun süre akıldan çıkmazlar, insanın altüst olmuş, zaten bozulmuş organizması üzerinde derin izler bırakırlar.” Tam da Nietzsche’nin durumunu anlatan bir paragraf. Yazılış tarihi; 1866. Yani Torino Atı olayının yaşanmasından 33 yıl önce. Sanki Nietzsche bu satırların yazılışından 33 yıl sonra, hayatının sanatı taklit edecek bir sahneye feda edecektir. Elbette, iyi bir Dostoyevski okuru olan Nietzsche’nin, Raskolnikov’un neredeyse birebir düşünden etkilenmemesi olanaksız. (Bu düşü okumak isteyenlere, Suç ve Ceza’nın, Ergin Altay çevirisiyle, İletişim Yayınları’ndan yayımlanan cildinde,sayfa 68-80’deki Birinci Bölüm Beşinci Kısım’ı öneriyorum.)

6. Torino Atı hikayesinin, felsefe ve Nietzsche uzmanı bir yönetmen olan Béla Tarr’ın ilgisini çekmesinden öte, kadim dostu ve dikkat çekici bir yazar olan Lazslo Krasnahorkai ile yarattıkları bakış açısı önemli. Soru şu: “Bu olay sonrasında Nietzsche’ye ne olduğunu biliyoruz. Peki arabacıya ve ata ne oldu?”

bela-tarr

7. Tam bu noktada Alin Taşçıyan’ın sorusuna, Bela Tarr’ın verdiği cevabı da not düşmeliyim:

“Torino Atı Nietzsche’nin filozofun durumunun metaforu olan “Bir eşek trajik olabilir mi?” sorusunu akla getiriyor. Atı ve Nietzsche’yi nasıl ilişkilendirdiniz filmle?” diye soruyor Alin Taşçıyan.

Bela Tarr’ın cevabı şöyle: “Çok zor bunu anlatmak ama iki şey var: Birincisi şu, hatırlarsanız Böyle Buyurdu Zerdüşt “Tanrı öldü” düşüncesiyle başlar. Esas mesele bu. Öte yandan “Tanrı öldü ama Yaradılış nasıldı? Eski Ahit’te Tekvin nasıldı?” diye soruyoruz. Şimdi de gördüğünüz gibi, yaptığımız şey anti – Yaradılış. Film yapmak somut ve ilkel bir iştir, çünkü kayıt yapan şu merceklerin adı objektif. Objektiflerin kayıt ettiği, çekimini yaptığı her şey somuttur. Bir yazar bir sandalye üzerine 20 sayfa yazabilir. Okursanız hayal gücünüz vardır sandalye üzerine. Ama ben zavallı bir sinemacıyım, ben bu sandalyeyi gösterdiğimde o somut bir sandalyedir. Filmlerde metaforlardan, simgelerden, alegorilerden bahsedemeyiz. Bunlar edebiyattan gelir…”

8. Yaradılıştan söz etmesi boşa değil. Altı günde geçen ve yedinci günde olacakların hissini seyircisine geçiren bir film. Tanrı’nın evreni altı günde yaratıp, yedinci gün dinlenmesi gibi.

9. Diğer konuya geçelim. Yani Tarr’ın simgelerden, metaforlardan “bahsedemeyen”, “zavallı” bir sinemacı olduğu konusuna. Tarr’ın bu noktada, ironiyle karışık bir yorum yaptığını düşünüyorum. (Filmin festivaldeki gösteriminde Tarr’ı yakından görme olanağım oldu, kimi zaman yorgun kimi zaman huzurlu ama her zaman ironik bakışları var.) Çünkü, kuyudan Çingenelere, fırtınadan ölü olduğunu düşündüğümüz annenin fotoğrafına, her şeyin simgesel bir karşılığı olduğunu ve hepsinin de giderek daha çoklu okumalara kapı açtığını gayet iyi biliyor.

Erika_Bok_3

10. Giderek hikayenin olmadığı, hatta “hiçbir şey” olmadığı noktasına uzanıyor Tarr. Ama bir yandan şunu da iyi biliyor. O objektiflerin kayıt altına aldığı görüntülerde, bakış açısını değiştirmek bile kendiliğinden hikayeyi yaratır. Arabacı ve kızının, tek gıdaları olan patatesleri haşlayıp yemelerini düşünelim. Birinci günde arabacının yiyişini görürüz; gürültülü, irkiltici, ağız yakan bu tıkınmayı, sinema zamanıyla değil, gerçek zamanda ve sabitlenmiş bir kadrajda izleriz. Karşısında kızının da patates yediğini biliriz, ama nasıl yediği konusunda hiçbir fikrimiz yoktur. İkinci gün, bu kez kızın kadrajı sabittir. Etkileyici bir sadelikte, küçük lokmalarla yer patatesini. Babanın gürültülü yiyişinin sesleri düşer kızın görüntüsünün üstüne. Karşı tarafta nasıl bir süreç yaşandığını gayet iyi bilir seyirci. Üçüncü günde ise kamera babayla kızı birlikte gösterir, menüsü haşlanmış patatesten oluşan yemek sofrasında. Seyircinin tekil olarak ezberlediği görüntülerin, karşılıklı ilişkisi net bir şekilde resmedilmiştir artık. Hikaye çoktan oluşmuştur. Bu, bakış açısı kaydırmalarının her biri, hikayenin parçalarını oluşturur ve filmin yine masa başında geçen son sekansına taşır bizi.

11. Film Festivali’nde, Atlas Sineması’nda, yönetmenin de katıldığı gösterim sırasında, filmden aşırı derecede bunalmış ama entelektüel duruşuyla “yenilgiyi” kabul etmek istemeyen bir kadın, “Efendi, efendi, neydi bütün bunlar, ne hakkındaydı?” diye sordu Béla Tarr’a. Aslında, Nietzsche’nin varlığını reddetmeden önce Tanrı’ya haykırışı gibi geldi bu sözler bana. Tarr’ın, kadının saldırgan tavırları arasında verdiği cevap manidar: “Kundera’nın “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabını düşünün. İşte bu da Varolmanın Dayanılmaz Ağırlığı.”

12. Yine arabacıya dönelim. Tarr’ın filminde arabacı bir çolak. Giyinmek için bile kızının yardımına ihtiyacı var. Tarr’ın –bence ironik bir biçimde- hikayesizleştirdiği filminde, sıradan bir akış var elbette. Sakat arabacı ve kızı fırtınalı bir zaman dilimi içinde, dağ başındaki kulübelerinde, artık arabaya sürülmeyi reddeden hasta atları, kuruyacak olan su kuyuları, tükenen palinkaları, tek gıdaları olan haşlanmış patatesleriyle, “hiçbir şey olmadan” günlerini geçirmektedirler. Ama bütün bu durumun, kamera açısı ve az da olsa diyalogla yarattığı simgesel karşılıkları yok sayamayacağımızı da biliyor Tarr. Sakat arabacıyı (arabacının akıl olduğunu unutmayalım), tamamlayanın, hatta yaşatanın bir kadın olması boşa değil.

13. Ama bir yandan da haklı Béla Tarr. Filmde hiçbir şey olmuyor. Az önce anlattığım durumun düz okumasını yapalım; günler öyle geçip gidiyor. “Sürekli patates yedirmenizin bir anlamı var mı?” sorusuna, “Sadece patatesleri var, onu yiyorlar,” demiş Tarr. Aynen öyle. Ama şunu da biliyor yönetmen. Işığı nasıl kullanacağın, oyuncuyu kadrajın neresine yerleştireceğin, müziği ve ses efektlerini nasıl değerlendireceğinle değişiyor o “hiçbir şey olmayan” durum. Kurmacadan uzakta duramıyorsun. Bir sandalyeyi gösterdiğinde, sadece bir sandalyeyi göstermiş olmuyorsun.

Nietzsche_paul

14. Son kare: Nietzsche’nin düşünce dünyasını etkileyen, büyük aşkı Lou Salome ile çektirdiği bir fotoğraf. (Ortadaki kişi, tanışmalarını sağlayan dostları Paul Ree.) Salome bir at arabasında ve elinde kırbaç. Nietzsche de atın olması gereken yerde, neredeyse arabaya sürülmüş. Salome neredeyse atı (Nietzsche’yi) kırbaçlayacak. Yani 3 Ocak 1889’da Torino’da olanları bir kere daha düşünmek gerekiyor.

15. Son söz: Torino Atı, başka bir sanat algısının mümkünlüğü konusunda, son yıllarda zihnimi en çok kurcalayan, algımı en net şekilde açan filmlerden biri oldu.

  • Posted by : admin
  • 9월 17, 2024